The Magic Circle İnceleme

Bazen hayatın en klişe anları hiç beklemediğiniz sürprizlere gebe olur. Dışarıdan baktığınızda dünyanın en sıradan kişisi gibi görünen biri tanıdığınız an yeni aşkınıza dönüşmüş olabilir. Veyahut görünüşünü beğenmediğiz bir yemek gelecek hayatınızdaki favori yemeğiniz olabilir. Her ne kadar genelde çoğu şey ilk göründüğü gibi olsa da bunlar gibi yaşayacağımız küçük sürprizler o varlığın kıymetine kıymet katar. The Magic Circle da değerini yaptığı sürpriz ile artıran oyunlardan.

The Magic Circle’ı ilk duyduğumda isminden ötürü çok da önemsememiştim. “Vay be, oyun firmaları yine yaratıcılıkta sınır tanımamışlar!” diye dalga geçmiştim içimden. Azıcık araştırmaya başladığımda ise karşı karşıya olduğumuz şeyin basit bir oyun olmadığını anlamaya başladım. 
Ana menüden oyunun ilk dakikalarına kadar her şey normal başlıyor. Kendi halimizde takılan bir kahraman olarak yanan köyümüzün içinde uyanıyoruz. Sağa sola bakınırken, ortamı ve olan biteni anlamaya çalışırken, bir kaç gariplik sezmeye başlıyoruz. Köylüler kukladan yapılma mesela ya da üzerinde “kullan” yazan bir kapı kullanılamıyor. İleride yine bir kuklanın oynadığı annemizle konuşuyor ve klasik olarak seçilmiş kişi ilan edilip maceralara atılmak üzereyken çok garip bir şey oluyor ve oyun bir anda donuyor. Hiç bir şey yapamaz oluyoruz ve oyun sürprizlerini saydırmaya başlıyor. Çok hikayeyi anlatmak istemiyorum ama, 4. duvarın yıkıldığı, oyunun yapım aşaması ve yapımcıları ile muhatap olduğumuz ilginç bir hikaye başlıyor. 


Peki Ne Yapıyoruz?
Oyun her ne kadar bizden “The Hero” olarak bahsetse de elimizde silah yok ama silahtan daha tehlikeli bir güce sahibiz. Oyunun eski versiyonlarından kalan The Hero’nun yardımı sayesinde oyunun içini değiştirmeye başlıyoruz. Eskiden o köşede olan ama silinmiş köprüleri tekrardan yaratıyoruz mesela. Veyahut bize saldıran bir yaratığın düşmanlarını, dostlarını direk değiştiriyoruz. Aynı yaratıklara ne ile atak yapabileceklerine veya yapıp yapamayacaklarına kadar değiştire biliyoruz.  Örnek olarak şöyle düşünün; yerde ölü yatan bir cesede yürüme, göbeğinden alev atma ve uçma özellikleri vererek tam bir canavar yaratabiliyorsunuz. 
Hala asıl soruyu cevaplamadık. Biz bu oyunda ne yapıyoruz. Temelde bulmaca çözüyoruz. Doğru yetenekleri doğru yaratıklara atayarak, doğru zamanda doğru yere giderek gerekli kapıları açıyoruz ve hikaye ilerliyor. Bu noktada değinmem gereken bir kaç güzellik ve çirkinlik var hemen onlara geçiyorum.
İlk olarak bulmacalar başta gayet basitken ilerleyen aşamalarda bir dumura uğrama durumu yaşıyorsunuz. Bulmacaların nasıl çözüleceği ile ilgili bir bilginin olmaması ve haritanın açık dünya (Evet minik bir açık dünya!) olması uzun süre ne yaptığınızı bilmeden dolaşmanıza neden oluyor. Oyunda hızlı koşma tuşunun olmaması ve haritanın aynı, içinde bulunduğumuz oyun gibi bitmemiş olmasından dolayı yolculuklar sıkıcı olmaya başlıyor. Her ne kadar hızlı seyahat özelliği olsa da oyunun başlarında yaşadığınız dumur durumu maalesef uzun süre devam ediyor. 
Lakin, bu ilk bölümü atlatabilirsiniz, oyun kabak çiçeği gibi açılıyor ve sizi tatlı eğlenceli sürprizlerle baş başa bırakıyor. Oyunun oynanışı komple değişiyor. Sanki 4-5 saattir bize öğretilen şeylerin hiç bir anlamı yokmuş gibi, değişik bir oynanış stili ile baş başa kalıyoruz. Özellikle kendi haritasını yaratmayı seven insanlar için oyun sonunda parlatıyor kendini. 


Gerçek Olamayacak Kadar mı Güzel, Güzel Olamayacak Kadar mı Gerçek?
Bu güzellik maalesef 6-7 saatte bitiyor hatta hızlı oynarsanız 4 saatte bile bitebilir.Buna eksi mi desem artı mı bilemedim. Çünkü bütün oyun özgürlükten ve her şeyi değiştirebilmekten bahsederken aslında elinize çok az seçenek veriyor. Toplamda taş çatlasa 6 tane atak türü var, 4 tane hareket etme biçimi var, özel güç desen 3 taneydi sanırım. Bu tür oyunların genel handikapıdır, her şeyi her şeyle birleştireceğim ben derseniz, belli sayıların üstündeki olasılıkları oyuna eklemek imkansızlaşır maalesef. Oyunun sonunda kendi zindanınızı yaparken bile seçenekleriniz sınırlı aslında. Evreni dolaşabilme gücünün verildiği söylenip sonra tüm evrenin odanızdan ibaret olduğunun söylenmesi gibi bir şey düşünün. Hayal kırıklığı yani.


Elizabeth Sen misin? 
Oyunun açılışında çalan müzikler kulağınıza çok tanıdık gelecek. Evet kendisi adeta Bioshock serisinden çıkıp gelmiş gibi. Bir de oyunun içinde piksel piksel olan bölümler var. Bu bölümlerde ise eski 8-bit müziklere dönüş yapıyoruz. Her ikisi de gayet başarılı.
Grafikler konusunda ise diyebileceğim tek şey “şahane”. Bitmemiş bir oyuna grafik yapmanın rahatlığının dışında , gittiğimiz ve üzerinden geçtiğimiz yerlerin renklenmesi, grafikler üzerinde çok çalıştıklarının bir göstergesi. Üstelik gözünü rahatsız etmeyen bu grafikler, bilgisayarınızı da üzmüyor. Orta seviye bir ekran kartı 60 FPS’de çok rahat çalıştırabiliyor oyunu. 


Bu Oyun Bitti mi?
Gelelim son karara. Eksikleri olan ve sözlerini tutamayan bir oyun için bile bana kendini oynattı The Magic Circle. Özellikle yaratıcı çalışmaları az gördüğümüz bu günlerde güzel fikirleri ve zor bulmacaları ile alınıp oynanmayı hakkeden bir oyun olduğunu düşünüyorum. Steam’de 31 liraya alabileceğiniz The Magic Circle, sabredebilirseniz size eğlenceli anlar yaşatacaktır, emin olabilirsiniz.

Google Plus'da Paylaş

About Unknown

    Blogger Comment
    Facebook Comment

0 yorum:

Yorum Gönder